PAROLAMIZ YA İSTİKLAL YA ÖLÜM

Abdullah ŞAHİN

MENÜ
10.SINIF TARİH DERSİ
12.SINIF İNKILAP TARİHİ DERSİ
T.C İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK
ÇAĞDAŞ TÜRK VE DÜNYA TARİHİ
YNT TV

İSKİTLERİN KÖKENİ

İskitlerin kimliği

İskitler Atlı Kavimler Medeniyetinin önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Onlar Bozkır kavimleri arasında gerek siyasi tarihleri, gerekse kültürleri bakımından önemli bir yer tutmaktadır. İskitler bin yılı aşkın bir zaman tarih sahnesinde kalabilmeyi başaran ender kavimlerden biridir. Onlar Çin seddinden Tuna nehrine kadar çok geniş sahaya yayılmış olup, bırakmış oldukları kültürel miras bakımından “Kurgan Kültürleri”nin temsilcileri arasında mühim bir yer tutmaktadırlar. (1)

İskitler geniş sahaya yayılmanın doğal bir sonucu olarak çeşitli kavimlerin kaynaklarında yer almaktadırlar. Grek kaynaklarında Skythai, Asur kaynaklarında Aşguzai, Pers kaynaklarında Saka ve Çin kaynaklarında Sai tabiri bu hareketli konar-göçerler için kullanılmıştır.(2) Pers kaynaklarında bu konar-göçerlerin Saka tigrakhauda, Saka tiay para daray ve Saka haumavarga olmak üzere üç grubundan söz ediliyor.(3) Persler ülkelerinin kuzeydoğu, kuzey ve kuzeybatı tarafındaki gelişmeleri yakından bildiklerinden hareketli bozkır kavimlerini de yakından tanıyorlardı. Konar-göçerlerin adlarıyla ilgili verdikleri bilgileri meselenin hallini kolaylaştırmaktadır. Buradan Saka tiay para daray, yani denizin ötesine geçmiş olan Sakalar Karadeniz İskitleri ile aynı kavime işaret etmektedir.(4) Zaten Persler Bütün İskitleri Sakai, yani Saka olarak tanıyorlardı.(5) Bu bilgi İskit-Saka aynılığı açısından önem taşımaktadır. Bu bilgiler ışığında Karadeniz İskitlerini Sakaların Pers ülkesinin kuzeyinden batıya göçen Saka toplulukları olarak düşünebiliriz. Bundan böyle kullanacağımız İskit kelimesi geniş bozkırlara yayılmış konar-göçerler içindir. 

Grek kaynakları başta olmak üzere Çin, Pers ve Asur kaynaklarında verilen bilgilerle arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılan buluntular İskitlerin tarih ve kültürlerinin aydınlatılmasında önemli bir yer tutmuş ve tutmaya da devam etmektedir. Ancak, Mançurya’dan Macaristan’a, Kafkaslar’dan Mısır önlerine kadar tarihte kayda değer gelişmelerde yerlerini alan, “Tarih yapan, ama tarih yazmayan” İskitlerin kimlikleri, yani soy-etnik kökleri de araştırılmaya çalışılmış, onların kökenleri hakkında görüşler ileri sürülmüş ve bilim adamları arasında bir görüş birliğine varılamamıştır. E. H. Minns, “Etnografya ile ilgili hiçbir mesele belki de İskitler’in soyu problemi kadar tartışılmadı”(6) derken, yaklaşık bir asır önce yapmış olduğu çalışmasında bile konuyla ne derece de ilgilenildiğini belirtmektedir. Elbette bu ilgi günümüze kadar daha da önem kazanarak artmış ve İskitlerin kimliği bilim adamlarını en çok ilgilendiren konulardan biri olmuştur.

İskitlerin Kimliği Üzerine Görüşler

Bazı otoriteler İskitler’in İrani, bazıları Slav ve bazıları da Ural-Altay ırkına mensup olduklarını belirtmişlerdir. Buna göre, İrani, Slav ve Ural-Altay ırkı nazariyeleri olmak üzere üç farklı bakış açısı İskitlerin kimliği meselesi ortaya atılınca, ileri sürülen görüşlerden birisi İskitlerin İrani bir kavim olduklarıdır. 19. yüzyılda Zeus, Müllenhoff, Tomaschek, Fressel ve Wilser’in çalışmaları dikkati çekmektedir. Bu görüşün savunucuları İskit ve İran dinini karşılaştırarak, bu iki din arasında bağlantı kurmaya çalışmıştır. Yine, İskitleri İrani bir kavim olarak kabul eden bilim adamları, onlardan kaldığını ileri sürdükleri kelimelere dayanarak iddialarını ispat etmeye çalışmışlardır.(7)

20.  yüzyılın başlarından itibaren de İskitler’in İrani bir kavim olduğunu ileri süren bilim adamları ortaya çıkmıştır. Bu görüşü savunan bilim adamları arasında Herrmann,(8) Kretschmer, (9) Junge, (10) Von Der Osten (ll) Potratz,  (12) Rostovtzeff (13) ve Grousset (14) sayılabilir.

Bu görüşler İskitler’in dili ve dini ele alınarak ileri sürülmektedir. İskitler’e ait olduğunu belirtikleri bazı isimleri, dikkate alarak ve İskit dini ile İranlıların dinini karşılaştırarak, İskitler’in İran soyundan olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa, elde ettikleri az sayıda malzemeyle ve İskit diniyle İranlıların dinini karşılaştırmakla Çin seddinden Tuna nehrine kadar yayılmış olan İskitlerin kimliğini belirlemek ve onların Hint Avrupai bir kavim olduğunu ileri sürmek yetersiz kalmaktadır. (15)

İskitler’in Slav ırkına mensup olduklarını ileri süren bilim adamları da olmuştur. Bu görüşün temsilcileri Ruslardır. Ruslar daima İskitlerden Slavlıkları ispat olunmuş gibi bahsetmektedir. Halbuki Herodotos ve Hipokrates’in eserlerinde Slavlık tezini destekler bir tek delil bulmak imkanı bile yoktur.

Bu görüşü destekleyecek hiçbir yazılı kaynak bulunmadığından ve son derece de keyfi olarak değerlendirilen arkeolojik buluntulardan da sağlıklı bir sonuç alınamayacağından, bilimsel temeli olmayan görüş İskitlerin Slavlığı olup bilim çevrelerinde destek bulmamıştır. (16)

İskitler’in hangi ırka mensup olduğu meselesi ortaya çıktıktan bu yana, en kuvvetli görüş İskitler’in asılları itibariyle Ural-Altay ırkına mensup oldukları görüşüdür. Bu görüş 19. yüzyıldan bu yana ileri sürülmeye başlanmıştır.

İskitlerin Türk-Tatar veya Moğol ırkından olduğu ileri sürülmüş, bu görüşü Grote, (17) Kiepert (18) gibi bilim adamları savunmuşlardır. Bu görüş zamanla çok taraftar bulmuş, meşhur çivi yazısı uzmanı Mordtmann Saka tigrakhauda ve Saka haumavarga’nın Türklüğünü çivi yazılı belgelere dayalı olarak ispatlamaya çalışmıştır. (19)

İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup bir kavim olduğu hususunda 20. yüzyılda da çalışmalar yapılmıştır. Bunların başında Minns gelmektedir. Bu tanınmış bilim adamı yazılı kaynakları ve çok sayıda arkeolojik malzemeyi değerlendirerek, onların Hint Avrupai bir kavim olmadığını (20) ve Ural- Altay ırkına mensup olduğunu kabul etmiştir. (21) İskitler’in Türklüğünü kabul eden bilim adamları arasında Franke, (22) Meyer, (23) Huntingford, (24) Ruben, (25) Von der Osten, (26) gibi bilim adamları sayılabilir.

İskitler’in Ural-Altay ırkına mensup olduğunu kabul eden ve bu konuda görüşlerini belirten Türkbilim adamları da vardır. Bunlar arasında Arsal, (27) Günaltay, (28) Togan, (29) Kırzıoğlu, (30) Guboğlu, (31) Tarhan, (32) Ögel, (33) Seyidof, (34) Öztuna (35) ve Koca (36) sayılabilir.

İskitlerin Türklüğü

Bir kavmin soy-etnik kökünü tayinde filolojik, arkeolojik ve antropolojik kaynakların olması gerekir. Bu gereklilik yalnız Türk kökenli kavimler için değil, bütün soy-etnik kökü bilinmeyen kavimler için geçerlidir. Bütün belgelerden hareketle adı geçen kavmin anavatanı, dili, dini, gelenek-göreneği ve sanat anlayışının anlaşılabilecek mahiyette olması gerekir. Bu şekilde meseleye yaklaşıldığında İskitler’in kimliği problemi aydınlatılabilir.

Öncelikle İskitler’in anayurdu neresiydi? sorusuna cevap aramamız gerekiyor. Bu hususta Herodotos, “Göçebe İskitler, Asya’daydılar; Massagetlerle yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes Irmağını geçtiler, Kimmerlerin yanına göç ettiler” demektedir. (37) Herodotos Araxes’i Aral gölünün doğu tarafına akan Jaxartes olarak ifade ediyor ve sonraki yazarların Hazar denizine batıdan aktığını söyledikleri Araxes’i kastetmiyor. Yukarıda adı geçen halk Saka olarak bildirilir ve doğuya, Jaxartes’in doğduğu bölgeye yerleştiriliyor. Bundan dolayı İskitler’in M.Ö. 8. yüzyılda Orta Asya’da bulunduklarını ve daha uzakta Bering Boğazı’na kadar bu atlı bozkır kavimlerinin yayıldığını anlayabiliyoruz. (38) Pers kaynaklarında geçen ve üç Saka grubundan biri olan Saka tiay para daray (39) ise denizin ötesine geçen Sakaları, yani İskitleri gösteriyor. Buradan Pers ülkesinin kuzeyinde doğudan batıya doğru bir göç hareketinin olduğunu anlayabiliyoruz. Bu da bize bir zamanlar İskitler’in bozkırların doğusunda yaşadıklarını, ilk yurtlarının bozkırların doğusunda aranması gereğini gösteriyor.

Yazılı kaynaklardaki bilgileri arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılan buluntularda desteklemektedir. İskitler’e ait arkeolojik buluntuların daha eski tarihli olanları bozkırların doğusunda ortaya çıkartılmıştır. Özellikle Tuva’da Arjan kurganı buluntuları İskitler’e ait olanları, çeşit bakımından zenginlikleri dikkate alındığında adı geçen kavmin ortaya çıktığı coğrafyaya ışık tutmak ve bu hususta yazılı kaynakları doğrulamak açısından büyük değer taşımaktadır. Çünkü erken İskit kültürüne İskit- Sibirya kültürü etki etmekte ve bu kültür bozkırlarda M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren yayılmaya başlamakta ve bozkırın geniş alanlarında tüm özelliğiyle eksiksiz olarak gelişme göstermektedir. (40)

Modern araştırıcılar arasında otorite olan Minns, İskitlerin Asya kökenli bir kavim olduğunu, “Elbette konar-göçer İskitlerin Asya kökenli olmaları İranlılarla alakalı değildir, fakat Ari olmayan köklerini hatırlatır” (41) derken bozkırların doğusunda birçok kurgan özellikle Arjan kurganı açılmamıştı. Bu kurganın açılması ve buluntularının değerlendirilmesi İskitlerin ilk yurdunun Asya içleri olduğunu “hatırlatmaktan” öte, artık kesinlikle düşündürüyor. Bu durumda Türklerin anayurdunun Altaylar ve çevresi olarak kabul görmesi de önemli yer tutuyor. (42)

İskit/Saka adı da İskitlerin kimliği meselesine açıklık kazandırıyor. İskitlerin kabile isimleri olan Targutae, Skolot ve Paralat kelimelerinin Türk, Çiğil ve Barula adlarının “T”li cemi şeklini, yani Türküt, Sikülüt ve Barulat kelimelerini hatırlatıyor. İskit kelimesi Cengiz’in ilk dayandığı Sakait kabilesinin adı gibi Saka adının “T”li cem şekli olmasını düşündürüyor. (43) Bir çok Türk lehçesinde Sa/Sak kelimesinin yaygın manalarından biri “yay” olup, bazı Türk lehçelerinde “kuvvet”, “güç” anlamına geldiği biliniyor. (44)

İskit/Sakaların kendilerine hangi adı verdikleri henüz kendi yazılı kaynaklarıyla belirlenmemesine ve onlara bu adı komşularının vermesine rağmen, kendilerini buna yakın bir adla anmaları mümkün görünüyor. Bilim adamlarının Türklükle ve Türkçe ile bağlantılı görmeye çalıştıkları Sak kelimesinin, Türkçe’de bazı kelimelerde “s” ve “y” değişim hadisesinden hareketle “yay” anlamına geldiğini, Türkler’de yay ve okun en eski devirlerden bu yana önemini, Bozoklar, Üçoklar, 53 Yaylar,40    Yaylar gibi daha sonraki Türk boylarının da yayı ve oku kendilerine ad olarak aldıklarını düşündüğümüzde Sak kelimesinin Türkçe ile alakalı bir kelime olabileceği akla yatkın geliyor. Ayrıca Sakaların çok iyi yay ve ok kullanmaları, bu hususiyetlerinin hem yazılı kaynaklar ve hem de arkeolojik malzemeyle belirlenmesi, onların adının yay ve okun birleşmesinden oluştuğu düşüncesini kuvvetlendiriyor.

İskit/Sakaların kimliğinin belirlenmesinde dilleri de önemli bir yer tutuyor. Ancak, İskit dili ile ilgili belgelerin çok az oluşu meselenin hallini zorlaştırıyor. Senkronik (Çağdaş) kaynaklarda geçen, İskitlere aitliği bilinen kelimelerden hareketle İskitlerin dili, dolayısıyla kimliği hakkında görüş ileri sürebilmek mümkün olabiliyor. Özellikle senkronik kaynakları çivi yazılı belgeler ve Grek yazarlarının eserleri oluşturuyor.

Özellikle batı bozkırlarında yayılmış olan İskitçe kelimeler Türkçe kelimelerle karşılaştırma yapmaya imkan veriyor. Coğrafya isimleri, şahıs isimleri (45) çivi yazılı belgelerdeki isim ve fiiller (46) böyle bir denemeyi mümkün kılıyor.

Bozkırların doğusunda kurganlardan çıkartılan runik yazılı belgeler İskit/Sakaların dilinin belirlenmesinde önemli buluntular olarak dikkati çekiyor. Bunlar arasında Kazakistan’da Alma Ata yakınında Esik kurganından çıkartılan ve M.Ö. 5-4. yüzyıllara tarihlendirilen gümüş bir kap üzerinde runik yazı ortaya çıkartılmıştır. Bilim adamları bu yazılı belge üzerinde çalışmaya başlamışlardır. (47) Belgenin Türkçe ile bağlantısı ortaya konulmuş ve burada ortaya çıkan harflerin Orhun’dakilerin ilkel şekilleri olduğu belirtilmiştir. (48) Aynı zamana tarihlendirilen Pavlador bölgesinde bir kurgandan da runik yazılı belge ortaya çıkarılmış olup, yazının Türkçe ile bağlantısı ortaya konulmuştur. Bu yazılı belge de runik yazının Güney Sibirya ve Kazakistan’daki konar-göçer kavimler arasında çok geç çıktığı yolundaki önceden ortaya atılan görüşün yanlışlığını ortaya koymuştur. (49)

image0021Runik yazının mevcut örneklerinin milattan önceki yıllara ve hatta M.Ö. 5. yüzyıla kadar gitmesi epeyce eski olduğunu ve Göktürk Dönemi’ne kadar bir tekamül süreci geçirdiğini göstermektedir. Bu yazının Sakalardan başlayarak, çeşitli Hun boylarında da kullanılmak suretiyle, Göktürklere kadar ulaştığı ve bütün Türkçe konuşan kavimler tarafından kullanıldığı anlaşılıyor. (50)

İskitlerin dini inancı da onların kimliğini belirlemede önemli bir yer tutuyor. Yazılı belgelerde yalnız Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan ve Greklerle de teması olan İskitlerin panteonu(tanrılar alemi) hakkında sınırlı bilgiler bulunmaktadır. Herodotos İskit dilinde Hestia’ya “Tabiti”, Zeus’a “Papaios”, Toprak’a “Api”, Apollon’a “Oifosyros”, Göksel Aphrodite’ye “Artimpasa”, Poseidon’a “Thamimasadas” denildiğini bildirmektedir. (51)

Herodotos’un verdiği bilgilerde İskitler’in Türklüğüne dair açık işaretler bulunmaktadır. Başlıca, Papaios (Gök Tanrısı), Apia (Yer Tanrısı) ve Tabiti (Ev ve Aile Tanrısı) olmak üzere üç tanrı bulunmaktadır. Eski Türklere ait bütün eski kaynaklar Gök Tanrısı (Tengri) ile Yer Tanrısı (Yersub)’nın varlığından bahsediyor. (52) Bilge Kağan yazıtında “Yukarıda Türk tanrısı ve mukaddes Yer Sub’u” ibaresi geçmektedir. (53) Bu iki Tanrıdan başka Türklerde bir de Umay adında ev hayatına ve çocuklara bakan bir tanrıça bulunmaktaydı. İskitlerin Tabiti adını verdikleri tanrıça fonksiyonu itibariyle eski Türklerdeki Umay’a tekabül etmektedir. (54) Yer Tanrısı ismi olarak gösterilen Apia kelimesi de Türkçe bir kelimeyi düşündürüyor. Hemen hemen bütün Türk lehçelerinde Ebi, Ebe kelimesinin doğuran kadın manasına geldiği bilinmektedir. Bu kelime zamanında mahsul Tanrısı, yani mahsul veren, mahsul doğuran Tanrı adı olup, daha sonra Ebelere, doğuran, doğurmaya yardım eden kadınlara geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Kazan lehçesinde Ebi kabile, büyük ana ve umumiyetle muhterem kadın manalarına gelmektedir. (55) Eski Türklerde muhterem kadınları Tanrıça adlarıyla yadetme adetinin olduğunu da Köl Tigin Yazıtı’ndan öğreniyoruz. Bilge Kağan annesini Umay gibi görüyor. (56)

İskitlerle eski Türk dini inancı arasında bir paralellik kurabilmek mümkün olabiliyor. İnancın merkezinde Gök Tanrının olduğu anlaşılabiliyor. Özellikle böyle bir inancın varlığını bozkırların doğusunda yaşayan İskit topluluklarında görebilmek mümkün oluyor. Tarihi İskitlerin doğusunda yaşayan ve Saka tigrakhauda, yani ok şeklinde sivri başlık giymiş Sakalarla Massagetlerin aynılığı biliniyor. (57) Massagetlerin dini inancıyla ilgili olarak Herodotos, “Taptıkları tek tanrı güneştir ve ona at kurban ederler. Bunun anlamı tanrıların en hızlısı olan Güneş’e en hızlı hayvanı takdim etmektir” demektedir. (58) Buradan onların Politeist (çok tanrılı) bir inancının olmadığını, muhtemelen Herodotos tarafından belirtilen güneşin de gök olabileceğini düşünebiliyoruz. Eski Türklerde Gök-Tanrısı adına hayvanlar, özellikle at sunulmakta ya da kurban edilmekteydi. (59) Göğün büyük cisimleri Güneş ile Ayın, sonunda gök gürültüsü ile şimşek gibi gök hadiselerinin Gök-Tanrıyla belirli bir bağlantısı vardı. (60) Massagetlerde tek tanrı olarak belirtilen Güneş de Ay ve Yıldızlar gibi gök içerisinde yer aldığından bu durum Gök-Tanrı inancıyla bağlantılıydı.

İskitlerde tanrı ya da tanrılar antropomorflaştırılmamışlar (insan şeklinde tasavvur ve tasvir edilmeme) ve kült (tapımla ilgili) heykelleri yapılmamıştır. Dolayısıyla İskit tanrıları için tapınaklarda inşa edilmemiştir. “Asli Türk itikadında antropomorfizm yoktu. Bundan dolayı da onları muhafazaya mahsus yapılar olan tapınaklar inşa edilmiyordu.” (61)

İskitlerde atalar saygıyla yad ediliyordu. Onların hayatında atalarının mezarlarının önemli bir yeri vardı. Bir ölçüde onları yurtlarına bağlayan en önemli unsurlardandı. Bunu Darius’un İskitler üzerine yapmış olduğu sefer sırasında çok iyi anlıyoruz. Darius İskit hükümdarına elçi göndererek kendisine karşı koyabilecek gücü varsa, karşısına çıkarak savaşmasını ister. İskit hükümdarı ise, hiç kimseden korkmadığını, hiçbir kentleri ve dikili ağaçlarının olmamasından dolayı savaşa girmediğini belirtir.

Ancak, Persler atalarının mezarlarını bulup onlara zarar verirlerse, o zaman savaşacaklarını bildirir. (62) Buradan İskitlerde bir atalar kültünün varlığı anlaşılır. Eski Türklerde de atalara ait hatıralar kutlu sayılmaktaydı. Ataların ruhlarına kurbanlar kesilmekte ve onların mezarları korunmaktaydı. (63)

İskitlerde ruha inanış düşüncesi de köklü bir geleneğe bağlı bulunmaktaydı. Bütün hayatları boyunca, tabiatla mücadele ve kaynaşma içerisinde bulunan bu insanlar, zaman zaman birtakım korkunç veya garip tabiat hadiseleriyle karşılaşmışlar ve açıklayamadıkları bu halleri ruhlara atfetmişlerdir. Bunlar iyi ve kötü ruhlardır. Bazıları ise işlerini bozar. (64) Tabiat kuvvetlerine inanma eski Türklerde de vardı. Eski Türkler tabiatta birtakım gizli kuvvetlerin varlığına inanıyorlardı: Dağ, tepe, kaya, vadi, ırmak, su kaynağı, mağara, ağaç, orman, volkanik göl, deniz, demir, kılıç, vb. Bunlar aynı zamanda birer ruh idiler. Ayrıca güneş, ay, yıldız, yıldırım, gök gürültüsü, şimşek gibi ruh tanrılar tasavvur edilmişti. Ruhlar iyilik seven, fenalık getiren olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. (65)

İskitlerin inandıkları ruhlar ve tanrılar aleminin eski Türk dininde bulunan motiflerle olan benzerliğini tesadüfle açıklamak mümkün değildir, aksine bu benzerlik ve bağlantılar İskitlerin Türklüğüne işaret olarak kabul edilebilir.

İskitler gelenek ve göreneklerine bağlı ve yabancı geleneklere kesinlikle kapalı bir toplumdu. (66) Konar-göçer bir kavim olan İskitler, soğuğa karşı korunaklı, keçeyle kaplı, dört ya da altı tekerlekli, öküzler tarafından çekilen arabalarda yaşamaktaydılar. Hayvanlarına otu bol otlaklar bulmak için dolaşmaktaydılar. Onlar pişmiş et yemekte ve kısrak sütü içmekteydiler. (67)

Hunlar ve Göktürklerde aynı şekilde yaşamaktaydılar. Bunlar Türk “derme ev”lerinde, yani keçeden yapılmış kubbeli çadırlarda yaşıyorlardı. Diğer Türk kavimleri gibi İskitlerde kımız içiyorlar ve sütten “kurut” yapıyorlardı. (68) Özellikle İskitler hayatlarının önemli bir kesimini at üzerinde geçirmekte ve hep pantolon giymekteydiler. (69) Hunlar da aynı şekilde yaşamaktaydılar ve adetleri bakımından İskitlere benzemekteydiler. (70)

İskitler başta at olmak üzere bütün hayvanları kesmekteydiler. Domuz kurban etmeleri bir tarafa, onu topraklarında beslemeleri bile söz konusu değildi. (71) Türkler hemen her devirde kesim hayvanı olarak atı diğer hayvanlara tercih etmişlerdi. Günümüzde at kurban etme adetinin gayrimüslim Altay Türkleri arasında devam ettiği bilinmektedir. İskitlerin genelde domuz beslememeleri ve onu asla kurban etmemeleri ilgi çekicidir. Buradan Türklerin bu hayvana karşı duydukları nefretin sadece İslami kanatle ilgili olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. (72) Bu cümleden olarak, İskitlerin at kurban etmeleri ve domuz kesmemeleri onların Türklüklerine bir işaret sayılabilir.

İskitler arasında oldukça fazla olan falcılar kehanetlerinin icrasında söğüt çubukları kullanmışlar. (73) Bu kehanet gösterme tarzına Altaylılar, Çuvaşlar, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler ve Tuvalılarda rastlanılmıştır. (74) Böyle bir anlayışın Türk kültür çevrelerinde köklülüğü ve yaygınlığı dikkat çekmektedir.

İskitlerde ant içme geleneği de vardı. Toprak bir kupanın içerisine şarap doldururlar; ant içecek olanlar buna kanlarını karıştırırlar; bunun için sivri bir şeyle küçük bir delik açarlar, ya da kılıçla hafif çizerler; sonra kabın içerisine bir pala, oklar, bir balta ve mızrak daldırırlar; bu da olduktan sonra ant içerler ve kaptaki şaraptan azıcık içerler ve orada bulunanların ileri gelenleri de onlarla beraber içerlerdi. (75) Aynı merasim eski Türklerde de vardı. Asya Hun hükümdarlarından Huhanye de aynı şekilde Çin elçileriyle yaptığı anlaşmada şaraba kan karıştırarak içmişti. (76) Bunun Macarlar ve Kumanlar arasında da yaygın olduğu bilinmektedir. (77) İskitlerdeki dostlaşma merasimlerinde görülen kan karıştırma usulü tarih boyunca bütün Türk boylarında devam etmiş olup, hatta Osmanlı edebiyatında kan yalaşıp dost olma motifi çıkmıştır. (78)

İskitler kahramanlıkları ve savaş taktikleriyle de bir çok kavimden farklıydı. Onlara saldıranlar ellerinden kurtulamazdı, hepsi atlı ve ok atarak savaşırlardı. (79) Eski Türk toplulukları aynı şekilde mücadele etmekteydiler. At üzerinde yayı etkili bir savaş silahı haline getirebilmişler ve “uzak savaş” usulünü benimsemişlerdi. Türkler at sayesinde süratli manevra kabiliyetine sahip oldukları için uzaktan savaşı tercih ediyorlardı. (80)

İskitler hükümdarları öldüğü zaman eni boyu bir dörtgen, büyük bir mezar kazarlar, mumyalama işlemi tamamlanmış ölüyü getirirlerdi. Hayatta olanlar kulaklarının memesini keserler, başlarından saçlarını kazıtırlar, kollarını çizerler, alın ve burunlarını yırtarlardı. (81) Eski Türklerde de aynı gelenek dikkati çekmektedir. Bilge Kağan bengü taşında böyle bir merasimden söz edilmektedir. Bilge Kağan babasının it yılının onuncu ayının yirmi altıncı gününde öldüğünü, domuz yılının yirmi yedinci gününde yas töreni yaptırdığını bu esnada Çinliler’in ıtriyat, altın ve gümüş, diğer topluluklara mensup kişilerin de iyi at ve kara samur kürkleri getirdiklerini belirttikten sonra; tören sırasında bütün halkın saçlarını tıraş ettiğini ve kulaklarını yaraladığını bildirmektedir. (82) Buradan İskitlerdeki ölü gömme adetinin aynen Göktürklerde de tatbik edildiğini anlıyoruz.

İskitlerde ölülerin mumyalanması arkeolojik kazılarla da anlaşılabilmiştir. Pazırıktan bulunan cesetler mumyalanmıştır. Bu mumyalanmış cesetlerin üzerinde dövmelere de rastlanılmıştır. Genelde cesetlerde, vücudun ön ve arka kısımlarında baştan aşağıya kadar dövmeler bulunmaktadır. (83) Eski Türkler de toprak olmayı bir türlü kabul edememişler, bütün fertlerini değilse bile, ulularını ve hükümdarlarını mumyalamak suretiyle, maddi varlıklarını ebedileştirmek istemişlerdir. Değiştirdikleri çeşitli dinlerin ruh anlayışına göre, bazen bu sanatlarını tadile lüzum görmüşler, fakat büsbütün bırakmamışlardır. İslamiyeti kabulleriyle de mumya yapmakta devam etmişlerdir. Buna en güzel misal, Anadolu Selçuklularının yaptıkları mumyalardır. II. Kılıç Arslan, I. Keyhüsrev, II. Süleyman Şah, III. Kılıç Arslan ve daha birçokları mumyalanmıştır. (84)

Pazırık Kurganında bulunan dövmeli mumyalanmış “Buz” Prensesi

Pazırık Kurganında bulunan dövmeli mumyalanmış “Buz” Prensesi

 

İskitlerin kendi gelenek ve göreneklerine çok bağlı oldukları bilinmektedir. (85) Aynı şekilde Göktürklerin de gelenek ve göreneklerine çok bağlı oldukları anlaşılmaktadır. Bilge Kağan, milletine Çin kültürünün cazibesine kapılmamalarını tavsiye ediyor. Çin ülkesine yerleşenlere, Çince unvanları kabul edenlere, yaptıklarının yanlış olduğunu bildiriyor. (86)

İskit sanatının izlerini çok geniş sahada bulmak mümkündür. Konar-göçer olarak yaşayan İskitler, daimi mesken yerine çadırı ikametgah olarak kullanmış ve kendilerini her türlü doğal unsurlardan koruyan bu nesneyi kutlu saymışlardır.

Kurgan adı verilen tepecikler de esasında İskit çadırının öbür dünya için hazırlanmış bir benzerinden başka bir şey değildir. Bu kutlu mekan form olarak asırlarca devam etmiş ve özellikle Hun-Türk kültüründe önemini korumuştur. (87) Enterasan bir noktada, Selçuklu kümbetlerinin mimari olarak aynı geleneği devam ettirmesidir. Bunlar ekseriyetle iki katlıdır. Alt tarafı defin bölmesi olan kümbetlerin üst bölümü tamamen çadıra benzetilmiştir. Bu da bize, Selçuklu Türklerinin Müslüman oldukları halde hâlâ eski bozkır hayatının geleneklerine bağlı olduklarını göstermektedir.

Anadolu’da Selçuk Türkleri’ne ait kümbetler sultanlar, emirler gibi önemli kişiler için yapılmış mezar anıtlarıdır. “Türk Çadırı” adlı bu mimari türü, Türklere ait çadır sanatından esinlenerek mimariye uygulanmıştır. İslam öncesinde değişik ölü gömme gelenekleri olmasına karşın ölü önce yıkanır, daha sonra kefen giydirilirdi. Tabuta konan ceset ilkbahar ya da sonbaharda toprağa gömülmek üzere mumyalanarak çadırlarda bekletilirdi. İşte bu gelenek, anıtsal türbe yapılarının doğmasına neden olmuştur.

Anadolu’da Selçuk Türkleri’ne ait kümbetler sultanlar, emirler gibi önemli kişiler için yapılmış mezar anıtlarıdır. “Türk Çadırı” adlı bu mimari türü, Türklere ait çadır sanatından esinlenerek mimariye uygulanmıştır. İslam öncesinde değişik ölü gömme gelenekleri olmasına karşın ölü önce yıkanır, daha sonra kefen giydirilirdi. Tabuta konan ceset ilkbahar ya da sonbaharda toprağa gömülmek üzere mumyalanarak çadırlarda bekletilirdi. İşte bu gelenek, anıtsal türbe yapılarının doğmasına neden olmuştur.

Çin’in kuzeybatısından Tuna nehrine kadar çok geniş bir sahadan meydana çıkartılan kurgan buluntuları da İskit ve Hunlardaki sanat anlayışının benzerliğini göstermeleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu sanata “Hayvan Üslubu” adı verilmektedir. (88)

İskit ve Hun sanatkarları, çoğunlukla ormanlardaki sarmaşıklar gibi, ölümüne birbirleriyle mücadeleye girmiş hayvanları tasvir etmektedir. Uzuvların bükülmesi, yırtıcı hayvanların, akbabaların veya ayıların pençelerinde kıvranan geyikler ve atlar dramatik sanatta hoşlanılan konuları oluşturmaktadır. (89) En çok kaplar, vazolar, levhalar ve süs eşyaları üzerindeki savaş sahneleri ve hayvan mücadelelerinde ileri teknik dikkati çekmektedir. Bu sanatın en belirgin özelliğini mücadele halinde olan hareketli figürler oluşturmaktadır. Orta Asya Türk sanatının özünü oluşturan Hayvan Üslubunu en çok İskitler kullanmışlardır. Gerek seçilen konular ve gerekse bunların işlenişleri bakımından, İskit ve Hun sanatı birbirine çok yakınlık göstermektedir. Hatta bir merkezde imal edilip, değişik yerlerde ele geçen sanat ürünleri gibidirler. Bu derece yakınlık İskit ve Hunların aynı hayat tarzları ve aynı anlayışın sanatlarına da yansımış olduğunu göstermektedir. Bu durum, Hun sanatının İskit sanatının bir devamı olduğunu düşünmemizi mümkün kılar. İskitler uzun süre tarih sahnesinde kalan ender kavimlerden biridir. Onların hakimiyetlerinin son bulmasıyla yeni oluşumlar içerisinde olabilecekleri mümkündür. Özellikle bozkırların doğusunda yaşamış olanlarının Vusunlar ve Göktürklerin ataları olabilecekleri düşünülmektedir. (90)

Günümüz Türk topluluklarından Kent Türklerinin, Kaşgarlıların, Tarançıların, kuzeyde bulunan Yakut Türklerinin atalarının da onlar olabileceği bilim çevrelerince kabul görmektedir. Özellikle Kuzey Sibirya’da yaşayan ve kendilerini Saka olarak adlandıran Yakut Türkleri’nin atalarının da milattan birkaç asır önce dışarıdan gelen bir saldırı sonucunda güneyden kaçarak, Yenisey ırmağı ve Baykal gölü yakınlarına sığınmaya mecbur olduğu hakkında rivayetler bulunmaktadır. (91) Yakutlardan bir kısmı, özellikle Lena vadilerinde yaşayanlar, kendilerini Uranhay Sakaları, yani Orman Sakaları olarak adlandırıyor. (92) Uranhay Sakaların hala bir kısmı Moğolistan’ın kuzeyinde yaşıyor.

Sakaların Yakutlardan başka Kazaklar ve hatta Kafkaslarda yaşayan bazı Türk boylarının oluşumunda da önemli bir rol oynadıkları biliniyor. (93)

Sonuç

İskitler bozkır kavimlerinin tarihte adı bilinenlerinin en eskilerinden olduğu gibi, Mançurya’dan Macaristan’a kadar çok geniş coğrafyaya yayılmış ve uzun süre tarih sahnesinde kalmayı başarabilmiş olanlarıdırlar.

İskitlerin tarih ve kültürleri hakkındaki bilgileri arkeolojik buluntular ve yazılı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Dolayısıyla onların kimlikleri hakkındaki bilgilerin kaynağı da yine arkeolojik buluntular ve yazılı kaynaklardır.

İskitlerin ilk yaşamış oldukları coğrafya, dillerine ait kelimeler, dini inançları, sosyal yapıları, gelenek ve görenekleri, savaş taktikleri çeşitli Türk topluluklarıyla paralellik ve benzerlik kurmaya imkan veriyor. Kendilerini hala Saka olarak kabul eden toplulukların günümüzde varlığı da biliniyor.

Bu çok yönlü paralelliklerden hareketle İskit/Saka topluluklarının büyük ölçüde Türkler ve Türklükle bağlantılı olduklarını mevcut belgeler ışığında düşünüyoruz. Elbette çok geniş sahaya yayılmış olan bu konar-göçerler arasında başka unsurlar da olmalıydı diyor, ancak kavme, coğrafyaya ad veren, kültürün taşıyıcısı olan ve egemen güç olarak varlığını sürdüren unsuru Türklükle ve Türklerle bağlantılı görüyoruz.

Prof. Dr. İlhami Durmuş











KAYNAK
https://bpakman.wordpress.com/


Yorumlar - Yorum Yaz
Anket
"PAROLAMIZ YA İSTİKLAL YA ÖLÜM" KİTABIMIZI OKUDUNUZ MU?
TÜRK İSLAM DEVLETLERİ TARİHİ
OSMANLI DEVLETİ TARİHİ
abdullahhoca

SİTEMİZE GÖSTERMİŞ OLDUĞUNUZ İLGİYE TEŞEKKÜRLER...
TARİH BİZDEN ÖĞRENİLİR.
Site Haritası