Bu savaşların en önemli sebebi Rusya ve Avusturya’nın Grek ve Dakya projeleridir. Grek Projesi’yle de Osmanlı Devleti Avrupa’dan tamamen çıkarılacak ve Bizans İmparatorluğu yeniden canlandırılacaktı. Bu amaçla İstanbul Türklerin elinden alınacak ve burada Rus prenslerinden birinin yöneteceği Grek Devleti kurulacaktı. Dakya projesi, Avusturya ve Rusya’nın ortaklaşa planladığı Eflak-Boğdanı içerisine alan balkanlarda. bir devlet kurma projesidir. |
Osmanlı Devleti’nin 17 Ağustos 1787’de özellikle Kırım’ın geri alınması amacıyla Rusya’ya ilân ettiği savaş bu devletle ittifak içinde bulunan Avusturya’nın da katılmasıyla (9 Şubat 1788) iki cepheli olarak sürdürülmüştür. Savaşın ilk yılında Avusturya cephesi Rus cephesine göre daha başarılı geçmekle beraber kısa zamanda savaş her iki taraf için değişkenlik arzeden başarı ve yenilgilerle devam etmiştir. İmparator II. Joseph, Fransız İhtilâli sebebiyle (1789) bu müttefikinden yardım gelmesi ihtimalinin ortadan kalkması; Hollanda, Macaristan ve Galiçya’da, hatta Alman asıllı mevrus topraklarında uyguladığı radikal reformlar yüzünden ayaklanma emârelerinin kendini göstermesi gibi sebeplerle Türk savaşının bir an önce sona erdirilmesini zorunlu görmeye başlamıştı. Eylül sonunda Başvekil Prens Wenzel Anton von Kaunitz’e âcilen barış yapılması tâlimatını vermişti ve o sıralarda elinde tuttuğu Belgrad’ı iade etmeye hazırdı. Kendisi 20 Şubat 1790’da öldüğünde yerine geçen kardeşi II. Leopold da aynı fikirdeydi. Prens Kaunitz’in savaşa devam edilmesi yönündeki tavsiyelerine itibar etmeden 31 Ocak 1790’da Osmanlı Devleti ile kendisine karşı ittifak içine giren Prusya Kralı II. Friedrich Wilhelm’e bizzat yazdığı bir mektupla barışçıl niyetini dile getirmişti.
Prusya kralı da 15 Nisan tarihli cevabında komşularıyla barış içinde yaşama arzusunu belirtmekle beraber kuzeydeki ve doğudaki dengelerin Prusya’nın güvenliğini tehdit edecek şekilde bozulmasına izin verilemeyeceğini de vurguluyordu. Barışın Rus ve Avusturya hükümdarlarının tutumuna bağlı olduğunu söyleyerek bunun iki tarzda gerçekleşebileceğine dikkat çekmiştir: Savaşan devletlerin İngiltere’nin önerdiği üzere “status quo ante bellum” yani savaş öncesi duruma dönülmesi ilkesini benimsemeleri veya Prusya’nın tercih ettiği gibi birtakım toprak değiş tokuşu ile genel bir barış planı üzerinde anlaşmaya varılması (Karamuk, s. 191-193). İngiliz hükümetinin savaş öncesi duruma dönülmesi teklifi, toprak değiş tokuşuyla Prusya’nın genişlemesi planının mimarı olan Başbakan Ewald Friedrich von Hertzberg’in politikasını sonuçsuz bırakmaya yönelikti. Bu plan gereğince 1718 Pasarofça Antlaşması esasına göre bir barış yapılmasına olumlu bakılmakta, Türk topraklarından elde edeceği kazançlar karşılığında Avusturya’nın Galiçya’yı Polonya’ya terketmesi ve Kırım’ın da Rusya’ya bırakılması öngörülmekteydi. Galiçya’yı alan Polonya’nın Danzig ve Thorn’u Prusya’ya terketmesiyle doğuda ve kuzeyde genel bir âhenk kurulmuş olacaktı.
Bâbıâli’ye müttefik olarak üstüne düşeni yerine getirdiğini göstermek, böylece Avusturya’yı da toprak takası planını kabule zorlamak üzere Prusya kralı ordusuyla birlikte haziran başlarında Silezya’ya doğru hareket etti ve 18 Haziran’da Bohemya sınırında Reichenbach yakınlarındaki Schönwalde köyünde karargâh kurdu. Burada Kont Herzberg, Avusturya delegeleriyle görüşmelere başladı. Kral, Belgrad’ın iadesiyle Pasarofça sınırlarının geçerliliğini ve genel barış planına yanaşılmasını beklemekteydi. Görüşmeler uzlaşma ihtimalini zora soktuğunda bu planın tatbik edilebilirliğinden şüphe duydu. Avusturya, Belgrad dahil 1718’de Pasarofça’da kabul edilen şartlara yanaşmakta, tuz havzaları (memleha) dışarıda kalmak şartıyla Galiçya’nın küçük bir parçasının Polonya’ya terkini teklif etmekteydi, ancak Polonya ile Bâbıâli’nin bu plana rıza göstermesi muhtemel görünmüyordu. Herzberg’in uygulanması mümkün olmayan tasavvurlarına karşı nihayet Berlin kabinesinden güçlü sesler yükseldi. Fransa’da monarşileri tehdit eden gelişmeler yaşanırken Prusya’nın bir savaşa girmemesi gerektiği ileri sürüldü. Kral giderek “status quo ante bellum” esasını en uygun çözüm olarak görmeye başladı.
Galiçya’dan alacağı bazı toprak parçalarına karşılık Danzig ve Thorn’u terke katiyen yanaşmayan Polonya dışında İngiltere’nin de böyle bir takasa kesinlikle karşı çıkması fikir değiştirmesinde etkili oldu. Herzberg planını bir tarafa bırakıp savaştan önceki duruma dönülmesi için Avusturya’ya son bir ültimatom verdi ve Osmanlı Devleti ile barış yapması talebinde bulundu. Avusturya buna boğun eğmek zorunda kaldı ve iki devlet arasında 27 Temmuz 1790’da Reichenbach Konvansiyonu imzalandı. Bu antlaşma Prusya’nın yanında yer alan Hollanda ve İngiltere tarafından da garanti edildi. Böylece Avusturya, Bâbıâli ile hemen bir mütareke ve ardından Prusya ile deniz devletlerinin garantörlüğünde “status quo strict” yani hazı hazır duruma mutlak riayet edilmesi kaidesine göre barış yapmayı kabul etmekteydi. Avusturya’nın kendi güvenliği için öngördüğü 1739 Belgrad Antlaşması’nın sınır düzeltimiyle ilgili istekleri, yine bu devletlerin garantörlüğünde ve Bâbıâli’nin onay vermesi halinde yerine getirilecekti. Görüşmelerden Avusturya’nın toprak kazancıyla çıkması halinde Prusya’ya da aynı değerde bir genişleme hakkı tanıyacaktı. Rusya’ya ise artık yardım etmeyecek ve ileride yapılacak barış görüşmelerine de karışmayacaktı. Prusya kralı, müttefikleri olan iki denizci devletle beraber öngörülen “status quo”yu garanti etmekte ve akdedilecek mütarekeden hemen sonra iki devlet arasında bir barış konferansının toplanmasını ve görüşmelere aracı olarak bulunmayı tekeffül etmekteydi (Zinkeisen, VI, 791-792; Golda, s. 59-61; Beydilli, s. 71 vd.).
1790 yılı içinde sürdürülen savaş Osmanlı tarafı için fazla ciddi gayretlere ve sonuçlara sahne olmamıştı, sefer mevsiminin de böyle geçmesi beklenmekteydi. Öte yandan Prusya ile yapılan ittifak yol açtığı gevşeklik yüzünden askerî başarısızlıkların sebebi gibi gösterilmekteydi. 16 Nisan’da eski Hırsova kış boyunca süren zorlu bir muhasaradan sonra Avusturya kuvvetlerinin eline geçti. Ardından Prens Coburg iyi bir savunma ortaya koyan Yergöğü’yü nâfile yere sıkıştırdı ve ağır kayıplar vererek Bükreş’e dönmek zorunda kaldı. Nisan sonlarında Vidin’den hareketle Tuna üzerinden Kalafat’a çıkan Osmanlı kuvvetleri de aynı hızla geri püskürtüldü. Haziran’da Hırvat-Sloven serhaddinde küçük bir kale olan Çettin, Avusturya’nın eline geçti. Prens Coburg’un Mareşal Kont Alexander Suworow-Rymniski kumandasındaki Rus kuvvetleriyle ortak saldırı hazırlığı uygulama aşamasında iken Reichenbach Konvansiyonu’nun akdi ve bütün cephelerde çatışmaların kesilmesi emrinin intikaliyle sonuçsuz kaldı, böylece Sadrazam Şerif Hasan Paşa çok kötü bir duruma düşmekten kurtuldu (Zinkeisen, VI, 795-797).
Konvansiyonun yapıldığı, Prusya’nın İstanbul’daki elçisi Friedrich W. Ernst von Knobelsdorf tarafından Bâbıâli’ye haber verildi ve Avusturya’nın mütarekeye hazır olduğu bildirildi. Yergöğü civarında karargâh kuran Sadrazam Şerif Hasan Paşa’ya da yapılacak mütareke için gerekli yetkilerle donatılarak gönderilen Albay Spiridion von Lusi vasıtasıyla mâlûmat verildi. Reîsülküttâb Abdullah Birrî ile görüşen Lusi, kralının Avusturya’yı savaştan önceki duruma dönülmek üzere barışa zorladığını söyledi ve bir an önce mütareke kararı alınmasını istedi. Mütarekenin, hemen ardından Rusya üzerine yürümek amacıyla yapılacağını özellikle vurgulayan III. Selim, Rusya’ya yönelecek ordunun geçmesi için Avusturya’nın işgal altında tuttuğu Tuna kıyısından sekiz-on saat geri çekilip barışa kadar emaneten elinde tutacağı Eflak’tan yol açılmasına izin verilmesi şartını öne sürdü ve mütarekeden hemen sonra yapılmasını beklediği barış için savaştan önceki duruma dönülmesini yeterli buldu. Lusi, Yergöğü’den İbrail’e yol açılmasını Avusturya başkumandanı Prens Coburg’a yazamayacağını, bu hususun Reichenbach’ta varılan mutabakatta da yer almadığını, bunun ancak barıştan sonra mümkün olabileceğini, aynı hakkın Rusya’nın da istemesi halinde Eflak’ın savaş alanı haline gelebileceğini belirtti. Ordu ricâli ise Rusya karşısında savaşın başarıyla sürdürülemeyeceği kanaatine sahipti ve Eflak’tan yol açılması bahanesiyle vakit geçirmekteydi, Rusya ile de bir an önce barış yapılmasını istiyordu (Cevdet, V, 60). 6 Eylül 1790’da İstanbul’da toplanan meşveret meclisi ön şartlardan vazgeçti ve süratle mütarekenin yapılması kararına vardı. Bunun üzerine mütarekeye dair bizzat Lusi tarafından kaleme alınan bir taslak metin tercüme edilerek kısmen düzeltildi ve Prens Coburg’a yollandı (Mehmed Said Gālib, I, 23-33).
Prens Coburg tarafından kabul edilerek geri gönderilen mütareke senedi sûreti bazı yerleri tekrar tashih edilip iade edildi, o da bunu imzalayarak tekrar geri gönderdi. Metin, Yergöğü’deki sadrazam çadırında 9 Muharrem 1205 Pazar günü (18 Eylül 1790) Prusya temsilcisi Lusi’nin aracılığıyla Prens Coburg adına imparatorluk saray tercümanı Baron Ignaz von Stürmer ve sadrazam tarafından imzalandı, mübadele edilip Stürmer eliyle Prens Coburg’a götürüldü. Antlaşma metni 21 Eylül’de Coburg tarafından da imzalandı, geri getirilip sadrazam çadırında resmen mübadele edildi (a.g.e., I, 40-42). Böylece Prens Coburg ile Sadrazam Şerif Hasan Paşa arasında 1791 Haziran ayına kadar sürecek dokuz ay vadeli altı maddelik bir mütareke yapılmış oluyordu. Anlaşmanın 3. maddesinde, bu mütarekenin aracı devletler olan Prusya, İngiltere ve Felemenk’in iştirakiyle Osmanlı ve Avusturya arasında barış müzakerelerinde bulunulmak için ve görüşmelerin yapılacağı yere delegelerin gönderilmesine medar olmak üzere akdedildiği, barışın bir an önce gerçekleştirilmesinin iki devletin de beklentisi olduğu ve barış görüşmelerinin dokuz ay içinde neticelendirilmesi gerektiği ifade edilmekteydi. Bu anlamda Yergöğü mütarekesi, daha sonra 12 Ağustos 1791’de Ruslar’la Kalas’ta yapılan mütareke ile kıyaslandığında barış görüşmelerini herhangi bir ön şart olmadan başlatan bir antlaşmadır (Ahmed Câvid, s. 120-123; Martens, IV, 571-574; Golda, s. 78 vd.). 1 ve 2. maddeler, taraflarca çatışmalara son verilmesi ve sınır boylarındaki yetkililere bu gelişmeyle ilgili tâlimatların hemen gönderilmesi, mütarekeden sonra iki taraf ahalisi arasındaki tecavüzlerin cezalandırılması ve ortaya çıkacak zararların tazminiyle, 6. madde, iki taraf ahalisinin izin almaları kaydıyla mütareke esnasında barış dönemi hukukuyla dolaşmaları ve işlerini takip edebilmeleriyle, 5. madde görüşmelerin yapılacağı yerin güvenliğinin ve serbest dolaşımının sağlanmasıyla ilgili olup 4. madde mütarekenin en önemli maddesini teşkil etmekteydi. Burada sınır boylarındaki kuvvetlerin iki tarafa da yük teşkil ettiğine işaretle bunların büyük ölçüde geri çekilmesi, Eflak’ı işgal altında tutan Avusturya’nın burada asayişi sağlayacak miktarda kuvvet bulundurması, bu kuvvetlerin yerlerinde kalmaları ve Kule, Yergöğü, İbrail nahiyelerine girmemeleri öngörülmekteydi. Osmanlı tarafı Eflak sınırında ancak buralardaki kaleler için yeterli, İbrail’de ise Rus harbinin devam etmesinden ötürü gerekenden fazla muhafız asker bulundurabilecekti. Ancak bu askerlerin Eflak’a veya Avusturya elinde bulunan yerlere girmeleri yasaktı. İki tarafın sahillerinde Tuna üzerinde seyretmek karaya çıkmamak şartıyla mümkün olabilecekti. Kont von Lusi antlaşma metninin sonuna, bu mütarekeye Prusya kralının tavassutu ve kefaletiyle karar verildiğini tasdik ve beyan eden kendi eliyle bir şerh düştü (Ahmed Câvid, s. 123; Martens, IV, 574).
Avusturya cephesini kapatmış olmakla beraber Reichenbach Konvansiyonu Bâbıâli’de pek fazla hoşnutluk yaratmadı. Prusya’nın askerî harekâta geçmesi beklentisi doğrultusunda saldırı planları yapan Bâbıâli, 14 Ağustos 1790’da savaştan önceki duruma göre Rusya ile barış yapan İsveç’i de aradaki ittifak antlaşmalarına riayet etmemekle suçlamaktaydı. Buna rağmen sonbaharda barış görüşmeleri için hazırlıklara başlandı. İsveç dahil garantör devletler Rusya ile de barış yapılması için araya girdiler, ancak bu her iki devlet tarafından da kabul edilmedi. III. Selim, 31 Ocak 1790 tarihli ittifak antlaşmasının ilk maddesinde Rusya’ya karşı savaşa girmeyi tekeffül eden Prusya’nın harekete geçmesini beklemekteydi. Avusturya’yı kaybeden çariçe ise İsveç ile savaşın sona ermesinden ötürü kendini rahatlamış hissetmekte, Prusya’nın Rusya ile savaşmayacağının belli olması elini daha da güçlendirmekteydi. Görüşme mahallinin tesbiti fazla zaman almadıysa da görüşmeler tartışmalı geçti. Avusturya ve aracı devlet temsilcileri Avusturya’nın işgali altındaki Bükreş’i, bu olmazsa Krayova kasabasını öne sürmekteydi. Osmanlı tarafı ise düşman işgalinde bulunan bir yerde görüşmelerin yapılmasını yenilgi işareti kabul etmekteydi. Özellikle III. Selim, Osmanlı toprakları içindeki bir yerin seçilmesinde ısrar etmekte, böyle bir tercihin toplantıların ağır masraflarının üstlenilmesine yol açacağı uyarısı “tüccar zihniyeti” sayılarak önemsenmemekteydi (Mehmed Said Gālib, I, 47; Cevdet, V, 68).
Sonunda Yergöğü, Rusçuk ve Niğbolu yanında teklif edilen Ziştovi (Ziştova) üzerinde karar kılındı. Kasabanın seçiminde burasının Tuna üzerinde ve her tarafa erişilmesi kolay yol kavşağı üstünde olması, ahalisinin mazbut olup güvenlik sorunu bulunmaması, dolayısıyla aileleriyle birlikte gelecek olan elçilerin ağırlanmasına uygun görülmesi gibi hususların etken olduğu anlaşılmaktadır (Cevdet, V, 57-68). Avusturya Başbakanı Prens Kaunitz de böyle bir seçimle Avusturya’nın aşağılandığı kanaatini taşımakla beraber (Zinkeisen, VI, 807-808) içinde bulundukları ağır malî sıkıntıdan ötürü görüşmelerin Osmanlı tarafında yapılmasına fazla itiraz etmedi (Gardos, XXIV [1972], s. 352). Ziştovi’nin görüşme için hazırlanması, gerekli mekânın tahsisi ve tefrişi, güvenlik önlemlerinin alınması sürerken delegelerin tesbiti ve yetki belgeleriyle donatılması da süratle tamamlandı.
Garantör aracı devletlerden İngiltere’yi Sir Robert Murray Keith, Hollanda’yı Kont Rénier von Häften ve Prusya’yı Marki von Lucchesini temsil edecekti. Lehistan’ın görüşmelere katılma isteği Prusya’nın olumsuz tutumu yüzünden kabul edilmedi. Avusturya delegesi olarak Kont Peter Philip von Herbert-Raethael ile Türk barışında bir Macar’ın da bulunmasını talep eden Macar meclisinin isteğine uyularak 27 Ocak 1791’de yapılan altıncı oturumdan itibaren görüşmelere katılan (Mehmed Said Gālib, I, 193) Kont Franz Esterhazy von Galantha görevlendirildi. Osmanlı Devleti ise Reîsülküttâb Abdullah Birrî Efendi, Ordu-yı Hümâyun kadısı İsmet İbrâhim Bey ve rûznâmçe-i evvel Dürrî Mehmed Efendi tarafından temsil ediliyordu. Mehmed Avnî Efendi mükâleme kâtibi, Mehmed Said Galib Efendi vekāyi‘ kâtibi tayin edildi. Gerekli masrafların görülmesi işi mükâleme defterdarı olan Hasan Efendi’ye havale edildi ve sâbık Boğdan Voyvodası Kostantin Beyzâde Aleksander Morussi mükâleme tercümanı oldu. Avusturya tarafının tercümanlık hizmeti için İstanbul’daki elçilik tercümanı Jacob von Wallenburg görevlendirildi. Ayrıca Avusturya, Prusya ve İngiltere’nin birer zabıt kâtibi bulunuyordu (Hammer, Österreichische Zeitschrift, s. 343; Mehmed Said Gālib, III, 55-56; Golda, s. 99-101). Delegeler 23 Rebîülâhir 1205 (30 Aralık 1790) tarihinde ilk defa bir araya gelip ruhsatnâmelerini takdim ettiler, böylece barış görüşmelerine resmen başlandı. Yedi ay süren görüşmelerin sonuncusu 3 Zilhicce 1205 (3 Ağustos 1791) tarihinde olmak üzere toplam on sekiz genel oturum gerçekleştirildi; bu arada özellikle Prusya delegesi yanında diğer aracı devlet delegeleriyle de ayrı veya ortak bir dizi görüşme yapıldı.
Prusya elçisi Knobelsdorf’un İstanbul’daki vazifesinin öneminden dolayı mevkiini terketmesi uygun görülmediğinden Ziştovi toplantılarında Prusya’yı temsil etmesi kararlaştırılan Varşova elçisi Jerome Marki von Lucchesini 5 Aralık 1790’da Ziştovi’ye ulaştı ve İbrahim İsmet Bey’in de gelmesiyle tam kadro hazır bulunan Osmanlı delegeleriyle ilk görüşmesini yaptı (10 Aralık). Osmanlı delegeleri kendisine son derece güven duymaktaydı, bu sebeple barış antlaşması için bir taslak hazırlamasını teklif ettiler. Bu durum Lucchesini’ye, konferans süresince daha rahat faaliyet gösterme ve Berlin’den aldığı tâlimatlara uygun davranma imkânı verdi ve Osmanlı delegelerinin acemilikleri yüzünden müzakerelerde Avusturya delegelerinin tuzaklarına düşmelerini engellemeye çalıştı (Knobelsdorf, Erstes Heft, s. 12). Birrî Efendi ile yaptıkları ilk görüşmede bir taslak hazırlamaya gayret ettiler. Reichenbach’taki mutabakata göre Osmanlı sınırının savaş öncesindeki duruma getirilmesi ve Rusya barışının imzalanmasına kadar tarafsızlık içinde kalması beklenen Avusturya’nın Hotin Kalesi’ni emaneten elinde tutması gibi ana konularda pek sorun çıkmayacağı tahmin edilmekteydi. Ancak görüşmelerde bunun böyle olmadığı ortaya çıktı. Avusturya gemilerinin Karadeniz’de serbest dolaşımı, Boğdan’da konsolosluk açması ve Garp ocaklarının verdiği zararların tazmin edilmesi gibi isteklere Osmanlı tarafından karşı çıkılmaktaydı. Avusturya’nın Reichenbach’taki mutabakata rağmen, Hırsova’nın Bosna taraflarında öteden beri anlaşmazlık konusu olan bazı yerleri işgal altında tuttuğu halde iade edeceği yerlere mahsuben kendisine terkedilmesini istemesi görüşmelerin zannedildiği gibi kısa sürmeyeceğine işaret etmekteydi. Bunlara karşı çıkan Osmanlı tarafı ise 1775’te terkedilen Bukovina’nın iadesi ve savaş tazminatı talebinde bulunmaktaydı (Mehmed Said Gālib, I, 70-71, 236).
Bütün bunların dışında nihayet Reichenbach kararlarının esas alınmasına ve hâlihazırdaki duruma mutlak surette riayet edilmesine (ibkā-i mâkân alâ mâkân / status quo strict) ve “status quo” tabirinden ne anlaşılması gerektiğine dair uzun tartışmalarla gelişecek bir süreç başladı (Cevdet, V, 172). Osmanlı delegeleri Reichenbach’ta “status quo ante bellum” tabirinin savaş öncesi duruma dönüş, dolayısıyla ele geçirilen kalelerin ve yerlerin iadesi anlamında kullanıldığında ısrar ederken (Mehmed Said Gālib, I, 147-148) 1739 Belgrad Antlaşması’ndan savaş ilânı (8 Şubat 1787) tarihine kadar geçerli bütün “uhûd, şürût, evâmir ve senedât ibkā olunmak üzere” “status quo strict” esasını talep eden ve bunu görüşmelere başlanmasının ön şartı kabul etmek isteyen Avusturya tarafı bu tabire çeşitli anlamlar yükleyerek görüşmeleri kasıtlı şekilde sürüncemede bırakmaya, böylece müttefiki Rusya’ya zaman kazandırmaya çalışıyordu. Yedi oturum boyunca tartışılan bu konu mükâleme mazbatalarında büyük bir yer işgal eder. III. Selim, “status quo” tabirinin seferden önceki duruma dönme anlamında kabulüne rıza göstermekte ve Rusya’nın karşısına çıkmak üzere barışın bir an önce akdini istemekteydi (a.g.e., I, 221). Bu teknik tabir üzerinde sürdürülen tartışmalar, nihayet “hudûd-ı kadîmenin ibkāsı ve ele geçirilen toprakların iadesi” ile devletler arası her türlü antlaşmanın yenilenmesi ve geçerliliği şeklinde bir ortak tanımlamanın kabulüyle sona erdi (a.g.e., I, 249).
Bununla beraber Avusturya’nın savaşı ilân eden taraf olarak tazminat vermesi, Bukovina’nın iadesi, Rusya ile ittifakın feshi, Karadeniz’e gemilerinin çıkmaması, Memleketeyn’de konsolosluk açması ve Garp ocaklarının tazminatı meselelerini kabul etmeyeceği görüldü. Prusya ve diğer iki aracı devlet de bu konulara pek fazla müdahalede bulunmadı (a.g.e., I, 236-237; Golda, s. 116). Bununla birlikte Osmanlılar için esas hedefi Rusya teşkil ettiğinden barışın bir an önce yapılması arzulanıyordu. Bu husus padişahın emri olarak delegelere bildirildi, yukarıdaki maddelerin bazılarından vazgeçilebileceği ifade edildi. Öte yandan Prusya temsilcisinin de katkısıyla hazırlanan bir barış taslağı Avusturya delegesi Herbert tarafından olumlu karşılanmayınca düzeltilmesi işi aracı devlet delegelerine havale edildi. Bunlar da Reichenbach Antlaşması’nın yapılacak barışa esas teşkil edeceğini ve taslağın buna ters düşmemesi gerektiğini tekrar vurguladılar. Herbert ise barışın bu esas dahilinde akdine engel olmak istiyordu (Mehmed Said Gālib, I, 243; Golda, s. 128-129). Bu arada yapılacak antlaşmaya Prusya’nın kefaleti ilhak edileceğinden 1790 tarihli Osmanlı-Prusya ittifakının yenilenerek yerine bir savunma antlaşması yapılmasının lüzumu Prusya temsilcisi Lucchesini tarafından dile getirildi ve buna cevaz veren bir senedin peşinen teslimi istendi. Herbert’in karşı çıktığı bu garanti maddesi İstanbul’da meşveret meclisinde görüşüldüğünde III. Selim, senedin 1790 antlaşmasına dahil edilmesi ve Prusya’nın Rus savaşına etkin katılımının açıklığa kavuşturulması şartının ilâvesiyle onay verdi (Mehmed Said Gālib, I, 244). Öte yandan Prusya delegesi tarafından yeni bir savunma antlaşması taslağı hazırlanarak tartışmaya açıldı (a.g.e., II, 50-51). Ancak Avrupa’da süratle değişen siyasî durum yalnız böyle bir ittifakı gereksiz kılmayacak, aynı zamanda 1790 ittifakını da hükümsüz bırakacaktır.
Herbert, 17 Ramazan 1205 (20 Mayıs 1791) tarihinde yapılan onuncu toplantıda on sekiz madde üzerine tertip edilmiş bir barış taslağı sundu. Burada ileride yapılacak barış antlaşmasının temel maddelerini görmek mümkündür (a.g.e., II, 126-128; Golda, s. 152-156). Bu taslak 22 Mayıs’ta sadrazama ve kaymakam paşaya gönderildi. 28 Mayıs’ta İstanbul’da yapılan meşverette Rus seferine devam edilmesi zarureti ve aracı devlet temsilcilerinin gevşek davranması göz önüne alınarak barışın kaçınılmazlığı tekrar dile getirildi (Cevdet, V, 214-215). Öte yandan mütarekenin 11 Haziran 1791’de sona erecek olması kaygıları daha da arttırmaktaydı. Bu arada Herbert, sınır düzeltmeleriyle ilgili Avusturya’ya bırakılması lâzım gelen yerler hakkında ayrı bir temessük kaleme alarak takdim etti (Mehmed Said Gālib, III, 27). Burada da ileride yapılacak barış antlaşmasına ilâve edilen müstakil metinde yer alacak ana maddeler bulunmaktaydı. Anlaşmazlık konularının barış sonrasına bırakılmasına ve “status quo” üzerinden barışın hemen akdine, dolayısıyla Avusturya tarafından istilâ edilen bütün arazi ve kalelerin eksiksiz iade edilmesi halinde, mukabilinde mevcut bütün ahidnâme ve senetlerin yenilenmesi şartıyla barışa hazır olunduğuna, karşı tarafın ısrarı ve savaş tehlikesinin tekrar belirmesi halinde “ruhsat-ı kâmile” ile donatılmış delegelerin kimseye danışmadan karar verebilmelerine dair meşveret meclisinde varılan mutabakat ve bununla ilgili III. Selim’in onayı ile, 7 Şevval 1205 (9 Haziran 1791) tarihi itibariyle hazırlanan ruhsatnâme ve üç temessük belgesi yola çıkarıldı. Ancak bunlar Ziştovi’ye varmadan gelişmelerden habersiz olan Herbert, Osmanlı delegelerine sunduğu on sekiz maddelik taslağın kabul edilmesi şartıyla barışa razı olunması halinde geri dönmesi için haber verilmesini talep etti ve 10 Haziran’da Bükreş’e çekilerek görüşmelerin kesilmesine yol açtı. Kendisinin geri çağrılması teslimiyet anlamına geleceğinden işin tesviyesi aracılara ve Berlin hükümetinin etkin müdahalesine havale edildi (a.g.e., III, 42-46, 62; Golda, s. 182-183). Halbuki barış akdinden sonraki beyanlarında Herbert, sunduğu antlaşma sûretinin kabul edilerek Bükreş’e gitmesinin engelleneceğini sandığını itiraf etmiştir (Mehmed Said Gālib, III, 195).
Barışın yapılamaması her iki taraf için endişe verici bir gelişmeydi. 15 Haziran’da Ruslar’ın Tulça’dan Babadağı’na yaklaşmakta oldukları haberi gelmiş, Eflak seraskerine, Yergöğü, Kule, Vidin, İbrail muhafızlarına ve Bosna valisine gizlice tâlimat gönderilerek hazırlıklı bulunmaları emredilmiştir. Ancak yeterli askerin bulunmaması sebebiyle Avusturya etkin bir şekilde barışa zorlanamamaktaydı. Oysa Rus cephesinde kaydedilecek başarı Avusturya barışının bir an önce akdine bağlı görünüyordu. Prusya’nın da daha fazla bir yardımda bulunamayacağı anlaşılıyordu. Nakit sıkıntısı had safhadaydı ve bu da barışın bir an önce yapılmasında önemli rol oynuyordu. Öte yandan Fransa’daki gelişmeler Avusturya’yı da endişeye sevketmekteydi. XVI. Lui, Avusturya’ya sığınmak üzere ailesiyle gizlice Paris’ten kaçmış, ancak dört gün sonra sınırı aşamadan yakalanıp geri götürülmüştür. II. Leopold kız kardeşi olan Fransa kraliçesinin âkıbetiyle yakından ilgilenmekte, Prusya kralını da devreye sokarak Pillnitz Beyannâmesi’ni yayımlamakta ve monarkların çıkarları doğrultusunda Fransa’daki gelişmelere müdahale etmenin önlemlerini almaktaydı. Bu durumda Türkler’le başlayan görüşmelerin barışla noktalanması giderek daha âcil bir istek haline gelmişti.
Böylece taraflar “status quo ante bellum” esası üzere barışa hazır duruma geldiler. Osmanlı tarafında ise Avusturya’nın talep ettiği bu esasa aykırı bazı taleplerine, Hırsova’nın terki ve Bosna’nın Unna suyu arkasında yer alan Hırvatlık arazisinin verilmesine de rıza gösterilmesi fikri ağırlık kazandı ve bu son hususun ayrı bir belgeyle tanzim edilmesi uygun görüldü. Yine de Bukovina’yı terkeden 1775 tarihli senedin 4. maddesinde (Cevdet, V, 312-315; Noradounghian, I, 337) Avusturya’nın Bukovina’ya karşılık Hırsova’dan vazgeçmeyi kabul etmesi sebebiyle Hırsova konusunda ısrar etmeyeceği var sayılıyordu; ancak asıl hedefinin Hırvatlık arazisi olduğu ve bundan da vazgeçmeyeceği kabul edilmekteydi. Bu arazi üzerinde Bosna tasarrufunda on beşten fazla palanka bulunması bölge halkının tepkisinin de hesaba katılmasını gerektiriyordu. Nitekim barıştan sonra buradaki bazı yerlerin terki söz konusu edildiğinde Bosna ahalisi buna büyük tepki göstermiştir. 1 Haziran 1791’de yaptığı beyanatında Prusya kralı, Reichenbach’ta varılan mutabakat hükümlerinden olduğunu da vurgulayarak tarafların “status quo” ilkesine göre davranmaları gerektiğine işaretle, barışın geciktirilmeden akdinin temini amacıyla iki devlet arasındaki tartışmalı konuların ayrı bir senede bağlanıp tanzim edilmesini istedi (Hammer, Österreichische Zeitschrift, s. 357; Mehmed Said Gālib, III, 127; Golda, s. 215 vd.). III. Selim kralın bu davranışını şükranla karşılamakta ve aynı müdahaleyi Rusya için yapamadığından ötürü esef duymaktaydı.
Bu arada mütareke süresini aşmış bulunuyordu. Her iki taraf da Herbert’in kendiliğinden dönmesi veya davet edilerek gelmesi hususunda devletlerinin şanına halel getirmeyecek çözümler aradığından geri çağrılması işini Prusya delegesi Lucchesini üstlendi. Neticede Avusturya heyeti 18 Temmuz’da Ziştovi’ye döndü. III. Selim delegelere tekrar “ruhsat-ı kâmile” verip barışın bir an önce yapılmasını istedi (Mehmed Said Gālib, III, 134). Lucchesini de Osmanlı tarafına iki devlet arasında sınır oluşturmak üzere, Çerna suyunun sağ yakasına kadar uzanan araziyle beraber Eski Hırsova’nın buralarda istihkâm inşa etmemek kaydıyla Avusturya’ya bırakılmasının barışın bir an önce yapılmasına katkısı olacağını ifade etti (Zinkeisen, VI, 828). Böylece Avusturya’nın bazı toprak taleplerine olumlu cevap verilmesi kaçınılmaz olmaktaydı. Mütarekenin üç hafta daha uzatılmasına karar verildi ve Herbert’in daha önce takdim ettiği on sekiz maddelik barış taslağı üzerinde görüşmelere devam edildi. Bu defa taraflar Lucchesini’nin etkin ara buluculuğu altında esirlerin mübadelesi, ele geçirilen malların teslimi gibi ortaya çıkan bazı pürüzlere rağmen kısa zamanda uzlaştı. Böylece ana metin ve diğerinden bağımsız olarak aynı anda imzalanmak şartıyla iki barış antlaşması ortaya çıktı. Lucchesini, 1 Ağustos’ta Türk tarafının pazarlığı yapılan maddeler dahilinde müstakil metni kabul etmeye ve bunu ana metinden hemen sonra imzalamaya hazır olduklarını bildirdi. Bunu takiben yapılan on yedinci toplantıda esas (muahede) ve müstakil (senet) metinler üzerinde son defa çalışıldı, bunların Türkçe ve Fransızca tercümeleri tarafların tercümanlarınca karşılaştırıldı ve 4 Ağustos Perşembe günü mübadele edilmesine karar verildi. O gün yapılan on sekizinci ve son oturumda protokol konuşmalarının ardından antlaşma metinleri tercümanlar vasıtasıyla okundu, ardından top sesleri arasında tarafların birbirini kutlamalarından sonra dağıtılan hil‘atler ve yapılan ikramlarla esas antlaşmanın imzalanma ve usul gereği mübadele resmi tamamlandı. Bir saat sonra da Avusturya delegeleri tekrar gelerek bu defa aracılar olmadan muâhede-i mahsûsa senedini imzaladılar, bu arada birer harita mühürlenerek teâti edildi (Hammer, Österreichische Zeitschrift, s. 359; Mehmed Said Gālib, III, 179-181; Cevdet, V, 221-222; Golda, s. 219 vd.). “Düvel kaidesi” olmak üzere imzalanan metinlerin tasdiknâmeleri gelinceye kadar delegeler ruhsatnâmelerini aracı elçiler vasıtasıyla emaneten kalmak üzere mübadele ettiler. Dolayısıyla Osmanlı delegeleri ellerindeki temessük ve ruhsatnâmeyi Prusya elçisi vasıtasıyla Nemçe delegesine ve bunların temessükleri de İngiltere elçisi eliyle Osmanlı tarafına teslim edildi. 3 Zilhicce 1205 Perşembe günü (3 Ağustos 1791) imzalanan esas barış antlaşması (ahidnâme) mukaddime ve hâtime kısımları hariç on dört madde, muâhede-i mahsûsa ise yedi madde üzerine düzenlenmiş olup (Mehmed Said Gālib, III, 185-190, 192-194; Noradounghian, II, 6-16; Golda, s. 221 vd.) 12 Zilhicce’de (12 Ağustos) onaylandı (Mehmed Emin Edîb Efendi’nin Hayatı ve Târîhi, s. 208-225; Cevdet, V, 315-327) ve 23 Ağustos’ta yine merasimle Ziştovi’de mübadele edildi.
Esas metnin ilk maddesi Sırbistan, Karadağ, Bosna ve Memleketeyn ahalisinin savaş esnasındaki tutumlarının bağışlandığı genel bir affa işaret eder. Müteakip maddelerde iki devlet arasında akdedilen bütün antlaşmaların geçerliliği, Avusturya’nın Rus barışının bitimine kadar emaneten elinde tutacağı Hotin Kalesi hariç ele geçirdiği yerlerin tamamının iade edilmesi, esirlerin serbest bırakılması, sınır bölgelerinde ticaretin ve seyahatin sürdürülmesi, Katolik mezhebi ve hac serbestîsi gibi hususlara yer verilmiş olup son maddeler elçi teâtisi ve tasdiknâme vadesiyle ilgilidir. Barış antlaşmasının ikinci belgesini teşkil eden muâhede-i mahsûsa senedinde Avusturya’ya bırakılacak yerler belirtilir. Daha evvel kararlaştırıldığı üzere Çerna ve Eski Hırsova bölgesinin tahkim edilmemek kaydıyla terki, Unna suyu boyundaki sınır düzenlemelerinin Avusturya’nın isteğine uygun biçimde halli ve ellerindeki müstahkem mevkilerin aynen iadesi ifade edilir (Zinkeisen, VI, 828-831; Golda, s. 228-232).
Ziştovi Antlaşması Avusturya’nın Osmanlı Devleti’yle 1533-1791 arasındaki zaman içinde otuz üç mütareke yanında yaptığı yirmi birinci barış antlaşmasıdır (Hammer, GOR, IX, 287-301). Avusturya üç buçuk sene devam eden bu savaştan umduğunu bulamamış, uğradığı genel hasar ve zararı karşılamaktan uzak bazı küçük kazançlarla yetinmek zorunda kalmıştır (Cevdet, V, 223). Ticaretle ilgili olarak sağlanan hakların tecdid ve teyidi, şimdiye kadar pek emsali görülmeyen bir uygulama olmak üzere bütün savaş esirlerinin serbest bırakılması, Avusturya topraklarına kaçıp yerleşmiş Osmanlı reâyâsının haklarının korunması ve bunların kayserin uyrukları olarak tanınmaları, Katolik mezhebinin ve bu inançtaki Osmanlı uyruklarının korunması, Eski Hırsova ve Unna bölgesindeki toprak kazançları bu gereksiz savaşın yetersiz ganimetini teşkil etmiştir (Hammer, Österreichische Zeitschrift, s. 359). Ancak iki cepheli bir savaş sürdürmek zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin de malî gücünün zorlanmış olduğu gözlenmektedir. Nitekim aracı devlet elçilerine hizmetlerinden ötürü verilmek istenen otuzar bin kuruşluk para ikramiyesi (Prusya elçisi için özel gayretlerinden ötürü 60.000) nakit halinde ödenemediğinden sonradan tahsil edilmek üzere bunlara “hazine tezkiresi” verilmiştir (Cevdet, V, 223). Ziştovi’de sürdürülen görüşmelerin faturasının 600.000 kuruş gibi büyük bir meblağa ulaştığı çıkarılan masraf dökümlerinden anlaşılmaktadır (Bölükbaşı, s. 183). Barışın, Prusya’nın Avusturya’yı askerî baskı altında tutmasının eseri olduğu kabul edilmekle beraber 1792’de genel bir Avrupa savaşına yol açacak olan Fransa’daki gelişmelerin Avusturya’yı barışa yanaştıran en önde gelen etken olduğu da gözden kaçmamıştır (Mehmed Said Gālib, III, 146, 174-176). Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında yüzyıllarca süren uzun mücadeleye son veren bu barış, Balkanlar’a doğru güçlü bir şekilde sarkan Rusya karşısında bu iki devletin bundan böyle birbirine daha yakın durmasını kaçınılmaz kılan yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etmiştir.
alıntı
https://islamansiklopedisi.org.tr/
Ziştovi Antlaşması, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu (Avusturya Arşidüklüğü) ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 4 Ağustos 1791’de imzalanan bir barış antlaşmasıdır. Ziştovi Antlaşması 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı çerçevesinde gelişen 1787-1791 Osmanlı-Avusturya Savaşı sona erdirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu ile İsveç arasında 11 Temmuz 1789 tarihinde bir dostluk antlaşması imzalanmıştı. Sultan III. Selim, Prusya Kralı ile 31 Ocak 1790’da Rusya ve Avusturya'nın kendileri için de bir tehlike olacağını düşünerek bir ittifak antlaşması yaptı . Ancak bu antlaşmalar yürürlüğe girmedi. Fransa'nın giderek artan askeri tehdidi ve Fransız İhtilali (1789) sonrasında yaygınlaşmaya başlayan milliyetçi fikirler nedeniyle Avusturya Osmanlılarla yeni bir antlaşma imzalamaya mecbur kaldı. Ziştovi Antlaşması bugün Bulgaristan'ın kuzeyinde bulunan Ziştovi kentinde 4 Ağustos 1791 tarihinde imzalandı. Ziştovi Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya arasında dostluk dönemi başladı.
Ziştovi Antlaşması'yla Avusturya Arşidüklüğü, savaş sırasında aldığı toprakları Osmanlı Devleti'ne geri verdi. Orşova ile Unno suyu taraflarındaki küçük bir arazi ise Avusturya'ya bırakıldı. Avusturya, Rusya'ya açık ya da gizli hiçbir yardımda bulunmayacağına dair bir garanti verdi.
Bu antlaşmadan sonra iki imparatorluk Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yıkılışlarına kadar birbirleriyle hiç savaşmadılar.